16 Nisan 2016 Cumartesi

ŞEHİT ÇOCUKLARI VE "DUYARSIZLIĞIMIZ"

Vicdanlarımız betonlaştı, makineleştik; ne duygu kaldı ne vicdan…
Toplumsal bir çölleşme yaşıyoruz yüreklerimizde…
Bugünlerde bazen onlarca şehit cenazesi geliyor, ama toplumun gündemi futbol ve magazin…
Şehit ne demek, ölüm ne demek; bir evladın, eşin, kardeşin, ağabeyin, babanın şehit olması ne demek düşünmüyoruz/düşünemiyoruz bile… Dev kalabalıklar EMPATİ sözcüğü ile tanışmamış bile…
Bu vatanın korunması, hepimizin can emniyetinin sağlanması için canlarından geçen asker, polis, mülki idareci ve bütün kamu görevlileri hangi koşullarda görev yapıyor, hiç düşünüyor muyuz?
Bir şehit çocuğunun yanaklarında billurlaşan acıyı anlamak için ne yapıyoruz?
Bizler yaşayalım diye hayatlarını feda eden bu kahramanlar bize haklarını helal ederler mi, sanmıyorum…
Neden mi? Çünkü 40 yıllık duyarsızlığımız bu ölümlerin nedeni… Biz millet olarak teröre ve duyarsızlığa tavrımızı koyabilseydik Türkiye bunları yaşar mıydı, bu kadar şehit verir miydik, bu vatanın bir parçası olan şehirlerimiz harabeye döner miydi?
***
Acı bir anıyı sizlerle paylaşarak, “bir empati geliştirebilir miyiz” sorusuna yanıt arayacağım. Aradan 15 yıl geçti, ama bir ömür unutulmayacak bu acı bizimle birlikte her daim…
2001’de üç yardımcı doçent olarak istemediğimiz bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldık… Birkaç kez iptal oldu, ama sonunda o yolculuğa çıktık… Konya’dan Ankara’ya, Ankara’dan uçakla Van’a ve oradan Hakkari Valiliği’nin tahsis ettiği bir araçla da Hakkari’ye geçtik… Dönüşte de aynı yolu izleyecektik… Bir hafta kaldık ve sonra Van’a doğru yola çıktık… Kader bu, elbette iman etmişiz… Ne yaşayacağımızı, nasıl bir acıyla döneceğimizi bilmiyoruz ki…
Hakkari’den hareket ettiğimiz andan itibaren bize tahsis edilen aracın şoförünü uyardık “çok hızlı gidiyorsun” diye. Bize “çok hızlı” gelen sadece saatte 70 km’lik hızdı. Hızlı geldi, çünkü yollar çok dar idi… Üçümüz de uyardık, zaman zaman yavaşladı. Ama yine bildiğini okuyordu… Derken Hoşap Kalesi’nin olduğu beldede mola verdik. Van’a 50 km kadar mesafede… Hareket ettikten beş dakika sonra yine cahilce ve ahmakça bir hızlanma, hatalı sollama ve şarampole yuvarlanan bir araç…
O an nasıl biteceğini bilemeyeceğin, kontrol edemeyeceğin ağır bir kabus gibi. Kısa ve birkaç saniyelik “sonsuzluk…” Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir karanlık… Ne yazık ki şairin “kader bu, emir” dediği şey oluyor ve asla hesap edemeyeceğiniz o acıyı yaşıyorsunuz… Bir anda etrafınız mahşer yerine dönüyor… Ömrüm boyunca tanıdığım en değerli meslektaşlarımdan/dostlarımdan/ arkadaşlarımdan biri ne yazık ki orada vefat etti… Sonrasında “kader” diyorsunuz, çaresizliğinizi iliklerinize kadar hissediyorsunuz… Ama o an… Bütün dünya değirmen taşı gibi dönüyor tepenizde… Kabullenemiyorsunuz, kaderin işleyişine çaresizce boyun eğiyorsunuz, eliniz mahkum… Bizim fiziksel yaralarımız iyileşti ama kazanın travması uzun yıllar zihinlerimizde varlığını sürdürdü… Arkadaşımın şehit olduğuna inanıyorum, sonuçta çoluk çocuğunun rızkı peşinde koşan melek gibi bir insandı… 10 sene birlikte çalıştık, göreve birlikte başlamıştık, hayatın kahrını birlikte omuzlamıştık… O erken gitti, rahmetle ve minnetle anıyorum… Allah bize, bu vefasız ve fırıldak dünyada kalanlara hayırlı akıbet versin…
Bunca şeyi niçin anlattım? O an ve Konya’ya gelene kadar zihnimden kabus gibi geçen düşünceler şunlardı: “Bu arkadaşın küçücük çocukları var, bunlar okula gidiyorlar, arkadaşları ve öğretmenleri “baban ne iş yapıyor” dediklerinde bu çocuklar ne diyecekler?” Babasızlık, insanın üstünden göğün çekilmesi gibi bir şey…
Eşi, çocukları, annesi-babası, kardeşleri neler yaşadı? Hayali bile mümkün değil… Allah sabır veriyor, hayat “bir şekilde” devam ediyor…
G.Garcia Marquez’in dediği gibi “Tüm dünya için sen bir kişi olabilirsin, ama bazıları için sen bir dünyasın…”
İşte her şehit haberi geldiğinde aklıma ilk gelen çocuklar olur… Ve onların bir ömür dinmeyecek acıları… Twitter başta olmak üzere her yerde bu acıları dillendirmeye çalışıyorum, ama boşuna feryat gibi...
***
Tabii ki, bazıları bu yazdıklarıma da çok “duygusal” diyecekler… Elbette “asker ve polis bu mesleği seçti. Şehit olmak da bu işin doğasında var” diyebilirler. Buna itirazım yok… Ve fakat toplumsal duyarsızlığımız terör belasının büyümesine ve daha fazla şehit vermemize neden olmadı mı, olmuyor mu?
Asker, polis, korucu şehit oluyor. Binbaşı, yüzbaşı, teğmen, astsubay, uzmançavuş, er… Emniyet amiri, polis… Jandarma özel harekat, polis özel harekat… Kendi şehirlerimizde emniyetin sağlanması için bu kahramanlar şehit oluyor… Önleyici politikalarımızın zayıflığının terörün bu hale gelmesindeki rolü ne, bilmiyoruz…
Ama, duyarsızlığımızın rolü çok fazla… 1984’ten bu yana Türkiye bu afete kayıtsız kaldı, ateş düştüğü yeri yaktı…
Sürekli şehit cenazeleri geldi, magazin ve futbola hiç ara verilmedi…
ABD’de üç kişi ölünce yas ilan edildi, bizde 25 mehmetçik bile şehit olduğunda magazin ve futbol devam etti…
Tamam teröre teslim olmayacağız, tamam boyun eğmeyeceğiz… Ama neden milyonlar sokaklara çıkıp lanetlemiyor, neden “çekin elinizi ülkemizden sizi tükürüğümüzle boğarız” diyemiyoruz? Neden vatandaşla teröristi birbirinden ayıramadan bölücülüğün tırmanması için her türlü şoven söylemi kullanıyoruz? Neden “bu coğrafya Türkün ve Kürdün vatanıdır, terörist ve bölücüler bizi birbirimizden ayıramaz” diye bütün dünyaya haykıramıyoruz?
Kendimi hep suçlu hissettim… Anlayabiliyorsanız, fark edebiliyorsanız suçlu hissetmeniz gerekiyor… “Vicdanı olan” dünyadaki bütün kötülüklere üzülür… Değil mi ki, kendi ülkenizde sizinle aynı kaderi paylaşan ve size siper olan insanlar şehit oluyor. Üzülmemek mümkün mü? Karınca kararınca bu gazetede 12 yıldır, teröre kurban verdiğimiz şehitlerimizi yazıyorum; konuşabildiğim iktidar ve muhalefet milletvekilleriyle konuşuyorum; devletin en üst yöneticilerine mektuplar yazdım… Bütün çabam “büyük hesap günü”nde şehitlerimize, “ben de biraz çabaladım, üç beş sözcükle de olsa bu lanet terörün bitmesi için gayret gösterdim” diyebilmek için…
Ama ne olursa olsun, ne yaparsak yapalım, durum Mehmet Akif’in dediği gibi;
Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
…..
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
***
ŞEHİTLERİMİZE kayıtsız kalmayalım, terör afetinin yok edilmesi için ORTAK BİR BİLİNÇ İNŞASI gerekiyor… Vicdanlarımızı betonlaştırmayalım…
Toplum olarak çok geç kaldık ama zararın neresinden dönülse kardır… Tek yürek “terörü lanetlemek” bile çok büyük bir anlam içeriyor…